10 Ağustos 2013 Cumartesi

Trevanian - Şibumi

Öncelikle pek kitap okurken ayırım yapmadığımı belirtmek istiyorum. Özellikle önerilen bir kitap varsa, biraz incelerim; kötü ve iyi yanlarını anlayabilmek için. Sonrasında direk kitaba dalarım, daha sonra burada "Kitap okuma sanatı" ile ilgili bir yazı yazarak size bir kitabın nasıl okunması gerektiğini de anlatacağım. Kitabı okuyunca iyice kavranacak düzeyde okunması gerektiğine inanıyorum kısaca, yani kitabı okuduktan sonra kısa bir özetini yazabilecek kadar konuya ya da kitaba vakıf olmak gerektiği kanısındayım. Bunu yapabilecek düzeyde kitabı okumayan birisinin de herhangi bir kitabı eleştirmesine karşıyım.

Neyse konuya geri dönelim. Fark ettiğiniz ya da ettirmeye çalıştığım gibi bana Şibumi kitabı defalarda övüldü. Kitabın yanı sıra ana karakteri olan Nickolai Hel epeycesine övüldü. Bunun sonucunda direk kitapçıya girerek kitabı satın aldım ve okumaya koyuldum. Bu kitabın eleştirisini direk üstün körü yapmak istemiyorum çünkü belli ki çok seveni var. Kıyamıyorum bu kadar seveni olunca kitaplara... tamam tamam kıyabiliyorum ama okuyucunun naif ve saf sevgisine kıyamıyorum.

Eleştiri başlıklarını tane tane belirtiyorum ki takibi kolay olsun;
  1. Konusu,
  2. Karakterleri,
  3. Kurgusu ve atmosferi,
  4. Anlatım Tarzı,
  5. Sonuç

1- Konusu

Konu açısından ele aldığımızda, kitap aslında çoğu kişiyi tatmin edebilecek düzeyde. Hatta genel hatları ile beni baştan çıkarttı diyebilirim. Hükümetlerin bile bulaşmakta çekindiği bir anti-ajan kişi ve buna karşılık yine hükümetlerin bulaşmakta çekindiği bir hükümet üstü yapılaşma. Bu iki kişi/kurum arasında geçen kişisel duygular, arkaplanda kalmış gibi gösterilen savaş konuya daha bir bütünlük katmakta. Fakat, - ah bu fakatların gözü kör olsun - konudaki bütünlük, ana karakterin yaşamı ile birleşince gerçekten sıkıcı konuma gelebiliyor. Şimdi isterseniz o konuya girelim.

2- Karakterleri

Öncelikle ana karaktere değinelim. Bir tür deus ex machina olarak anlatılan Nicholai Alexandrovitch Hel var burada. Bu karakterin kendi gelişimini bize yazar delicesine veriyor ki neredeyse kitabın yarısından fazlasını bu karakteri tanımaya adıyoruz. Klasik roman kültüründen gelenlerin de anlayacağı gibi, bir kişinin geçmişi çok fazla detaylandırılıyorsa o kişinin deus ex olması ihtimali çok fazladır. Burada normalden fazla anlatılıyor, çocukluğundan gelişimine kadar bize anlatılan Hel'in yaşamı gerçekten beni bunalımlara soktu. Arkadaşın bluğ çağını detaylı şekilde anlattıktan sonra yaşlılık düzeyinde sadece mağaracılık kısmının anlatılması ve bunun bir otuz sayfa kadar detaylandırılması, kimse kusura bakmasın sayfaları atlamama sebep oldu ki bu bana bir şey de kaybettirmedi.

Mr. Diamond - yanlış yazmıyorsam - adlı karakter de fos karakterin önde gideni. Öncelikle bize belirtilen karakter kitabın ilk yarısında CIA ajanlarının bir taraflarına çomak sokacak düzeyde bilgili ve boş vaktini öldüremeyecek kadar meşgul iken, kitabın ikinci yarısında bu karakterin Hel ile görüşmesinde kendisinin kuyruğunu kıstırmış bir kedi gibi konuşmasına şahit oluyoruz.

Hana, sana sadece acıyabilirim canımın içi, sonun hiç hiyi olmadı.

3- Kurgusu ve atmosferi

Kurgu sizi asla içe tam olarak kabul etmeyecek kadar derin. Anlaşılan o ki yazar kitabı yazarken kendi kafasıda çok derin bir kurgu yaratmış olsa da buna ithafen okuyucuya bunu aktarımı maalesef gerçekçi olmamış. Yani doğu mistisizminin havasını alamıyorsunuz, ancak kitabın sonlarındaki bahçe ile biraz. Batının o iş bilen ama yüzeysel kültürünü tadamıyorsunuz o da ancak kitabın bir iki kısmında anılar ile süslöenince oluyor. Kurgunun maalesef yaratılanı ve aktarılanı arasındaki fark o kadar fazla ki bu konuda tam bir hayal kırıklığı diyebilirim. Belki de benim hayalgücüm tükenme aşamasındadır...

4- Anlatım tarzı

Anlatımın kişinin kendi bakış açısından değil de başkalarının bakış açısından ilerlemesi gayet güzel bir olgu, yani bir kişinin gözlerinden değil bir çok kişinin gözlerinden hikayeye bakabiliyorsunuz. Fakat bu geçişler o kadar hızlı, fazla oluyor ki bir yerden sonra olaya kimin gözünden baktığınızı karıştırıyorsunuz. Neyse ki karakterleri tanımak o kadar da uzun süren bir işlem olmuyor, bunun sayesinde o an hangi karakterin gözlerinden olaya baktığınızı az da olsa anlayabiliyorsunuz. Bu bence kitabın insanı çekememesini anlatım tarzı büyük ölçüde üstlenmeli.

Ayrıca anılara değinerek kitabın içerisindeki Hel'in duygusal gelişiminin anlatılması kısımları gerçekten sıkıcı. Daha heyecanlı olarak anlatılabilecek her nokta maşallah sayfalarda detaylandırılıp okuyucunu kendini kopardığı sayfalarla boğması ile sonuçlanıyor.

5- Sonuç

Umutlarınızı boşa çıkartmak istemem ama kelimenin tam anlamı ile abartılmış bir roman sizi beklemekte. Ana karakterin deus ex olarak tanımlanması ve buna rağmen bir iki kişiyi anlatılmayan detaylarla öldürmesi haricinde pek de polisiye aksiyon namına bir şey bulamayacaksınız. Ha ama yazarın yıllar öncesinden dünya düzenine attığı o güzel bakış ile tam bir ana resim aklınızda canlanabilir. Bence Nickolai'yi çöpe atıp dünya düzeni kısımlarını okursanız daha çok keyif alacaksınız kitaptan. 

Ayrıca bahsetmeden edemeyeceğim, böyle Go oyunu üzerinden uzak doğu'ya değinen fazla kitap bulamazsınız, genelde samuraylık falan vardır ama go oyununun mistisizmi burada güzel betimleniyor. Bir not olarak belirteyim, şibumi demişsin ama arkadaş bu olaydan çooook uzakta. 

Ktap okumak iyidir...


Devamını da okuyayım...

28 Ağustos 2012 Salı

Olamayan Hayatlar - Vazgeçenler - 2

Dilara'nın Kararı

Normalde olduğundan daha az kalabalık olan, kenarlarında yüksek ağaçlar bulunan sokaklar. Bulutların verdiği loş ışık ve her an yağacak hissi. Yüksek binalar ve o binaların içerisinde bulunan kafe tarzı mekânlar. Dilara böyle bir insandı, kendisini düşünürken bile aklına bu gelmekteydi. Ayazı olan bulutlu bir Ankara sabahı doğmuş olmasının bunda bir etkisi olduğunu düşünürdü hep. Bir birine yakın olmayan ama tek düze pencereleri olan büyük binaların arasında büyümüştü, masaları bu boş pencerelerin kenarında diğer boş pencerelere bakan kafelerde bulmuştu kendini. İlk aşkını burada tanımıştı, uzun saçlı ve zayıf bir delikanlıydı, rock müzik dinler sakarya caddesi taraflarına içerlerdi. Ayrılmıştı ondan yıllar önce, daha başkaları da olmuştu. Kimi ona ulaşabilmiş ama kendisini bulamamış, kimi kendisini bulmuş ama ona ulaşamamıştı. Kahvesinden bir yudum aldı.

Belki de türünün son örneklerinden olan aynı tür bir kafede, arka planda sakin sayılabilecek müzik (Black - Wonderful Life) ile pencere kenarı pencere gözetleyen masadaydı. Birazdan Başak gelecekti, son kalan halen hatır soran ve nazını çeken arkadaşı. Uzun, kafasının dibinden düz ve sonra dalgalanan siyah saçları iki yanaklarını örtmekte, hafif makyaj yapılmış yüzünde bal rengi gözlerini ve kırmızı ruj sürülmüş dolgun dudaklarını ön plana çıkartmaktaydı. Gözleri hafif çekik olduğu için, hafif makyajı ona gizemli bir bakış sunuyordu.

Hayatına bir düzen vermesi gerektiğini söylemişti annesi buraya gelmeden önce, oturup dertleşmişlerdi kadın kadına – nadiren yaptıkları bir şey. Her zaman kendisine mesafeli davranan bu kadın, arada bir tüm duvarları yıkıp kendisi ile her şeyi konuşuyordu. Böylesi işine de geliyordu Dilara’nın, sonuçta o duvarlar yıkıldığında tüm aklındakileri, yaptıklarını söyleyebiliyor ve güzel nasihatler alabiliyordu. Fakat duvarlar, evde sıcak yemeği ve huzurlu yatağını bekleyen sabırsız bir ustabaşının çalışması ile kısa sürede tekrar örülüyordu. Yine böyle bir an yaşanmıştı evde. Dilara okulunu bitirdiği, işini bulduğu için kendisini amaçsız hissediyordu ve açıldı annesine, annesi de memur emeklisi kocası ile artık yaşlandıklarını belirtip artık Dilara’nın çocuklarını sevmek istediklerini belirtmişti. Dilara severdi çocukları, fakat yirmi beş yıllık hayatında değil baba olma sorumluluğunu kaldırabilecek, evlenip sonsuza kadar yaşayabileceği bir erkek arkadaşı dahi olmamıştı. Bu zamana kadar olanlar sadece belirli bir noktaya kadar tahammül gösterilebilenlerdi. Daha ilerisi onun için hep karanlık bir yol olarak kalmıştı.

Hak veriyordu ailesine, onlar kendi açılarından yapabilecekleri son şeylerden bir tanesini istiyor, Dilara’nın hazır yapabilecekken çocuklarına bakmak istiyorlardı. Daha fazla başıboş gezerse, bu imkanları da olmayacak artık tamamen kendilerini küçük bahçeli evlerine adayacaklardı. Dilara’nın üzüldüğü bu değildi, annesi konuşmanın sonuna doğru isterse onu arkadaşlarının iyi tahsil görmüş çocuklarından bir tanesi ile evlendirebileceğini belirtmişti.

Doksanlı yılların Ankara’sı gibiydi Dilara; dışarıdan gelen insanlara karşı düzenli, saygılı fakat kendi içerisinde isyankâr, idealist. Bunu kendine yediremezdi, kabul etmek boyun eğmek sayılırdı. Hayatta ailesinin desteğini bile bir yere kadar kabul etmiş ve sonrasında özgür seçimler yapmak için bundan vaz geçmişti. Bu kadar uğraştıktan sonra onların kontrolü ele geçirmesine izin veremezdi. Fakat onların istediklerini yapabilirdi. Bir aile kurmak ve çocuk yetiştirmek arzu edilmeyecek bir şey değildi. Bunu yapması için düzgün bir adam bulması gerekiyordu, aynı amaçlarla aynı şeyi isteyen âşık olduğu birisini.

Aşk; ah bu belirgin duyguyu çokça yaşamıştı geçen yıllar boyunca. Fedakârlık, saygı ve sevgi hepsini ayrı ayrı ve bir arada denemişti başka başka insanlarla. Sonuç hep hüsran hep hayal kırıklığı olmuştu. Hiç birisi değil koca olmaya, yanında gezdirilmeye bile layık olamayacak seviyelere düşmüşlerdi. Dilara, yeni birilerini bulmada sıkıntı çekmeyecek kadar güzel ama onların isteklerini yerine getiremeyecek kadar gururlu bir insandı. Onca yıl sonra tekrar düzgün bir insanı aramak ise, eh zordu. Bunun için ayıracak ne gücü ne de vakti vardı, artık iş hayatına girmiş kendi kendine yetebilen bir insandı.

Aklında farklı bir seçenek bulunuyordu, aynı amaçlar için daha uzun süreli, canını yakmayacak cinsten bir birliktelik. Amacı olan, ama her iki insanın da belirgin konularda özgür olabildikleri bir birliktelik, kimine göre mükemmel olan birliktelik. Aklına bir anda Başak’ın nerede kaldığı fikri geldi. Saatine baktı, “Bu zamanlara gelmiş olması gerekti…” dedi. Cümlesinin sonrasında gelen umursamazlık ve tekrar düşüncelere dalma hissi ile bakışlarını pencerelere ve altında tepe dalları gözüken ağaçlara kayırdı.

Başak, sırma sarı saçları ve uzun boyu ile arzu edilesi bir kızdı. Fakat Dilara için, Başak demek sırdaş demekti. Belki de günümüz dünyasında kaybolmaya yüz tutmuş olan ahiretlik mevkiine erişilebilmiş nadir arkadaşlarındandı. Ona açılmak ve danışmak istiyordu aklındakileri, planın genel hatlarını anlatıp fikir alacaktı. Yol belliydi, amaç belliydi belki de tek ihtiyacı biraz destekti ki Başak bu konuda ona yardımcı olacaktı ya da onu eşek sudan gelinceye kadar azarlayacaktı. Sonuçta her iki seçenekte kendisi için güzel sonuçlar olacağına inanmaktaydı ki mekânın içerisinde zaten sakin olan havayı arsızca yararcasına gelen, topuklu ayakkabıların tahtaya vurma seslerini işitti.

Kafasını istemsizce çevirdiğinde uzun, dalgalı, kıskanılacak düzeyde mükemmel sarı saçları olan, uzun boylu, ince vücutlu kızı gördü. Kız bir hışımla masaya oturarak, çantasını yanda duran boş sandalyeye bıraktı ve direk Dilara’nın hafiften şaşkın ve yersiz boş ifadelerle dolu olan gözlerine baktı. “Geç kalmadım, değil mi?” dedi hızlıca.

Kalmadın, sonuçta ikinci kahvemi bitirmiştim. Bir iki tane daha içebileceğime inanıyorum” dedi Dilara, yüzünde hafif bir gülümseme ve direk gözlerine bakan Başak’a inatla onun gözlerine bakarak.

Başak geriye doğru yaslanarak çantasından cep telefonunu, popüler marka ince paket sigarasını çıkartarak; “Tam da vaktinde gelmişim o zaman, ben de tam kahve içme havasındayım” dedi. Bu sırada masaya yeni bir müşteri geldiğini gören, zaten olması gerektiğinden de boş kafenin çalışanı çocuk masaya olan yolun yarısını geçmişti bile. Çocuğa bakarak, “İki orta şeker Türk kahvesi” dedi ve çocuk yarı yolu geri giderek siparişleri hazırlamaya gitti.

Anlat bakalım, ne var aklında. Buluşma mesajında garip bir ima olduğunu seziyorum, yine kafanı bir şeylerle mi bozdun yoksa?” dedi Başak.

O kadar mı belli ediyordu be” dedi Dilara ve Başak karşılığın da başını evet manasında salladı.

Dilara gözlerini son iki yudumu kalmış kahvesine çevirerek hafif düşünceli şekilde baktı ve Gözlerini Başak’a çevirerek, “Ben evlenmeye karar verdim Başak” dedi sakince. Bu sırada sigarasını körüklemek için ilk nefesini alan Başak ani bir öksürük patlattı. Dilara, Başak kendini toplamadan devam etti; “Bu sefer ciddiyim, iyice düşündüm bu konuyu, hatta düşünmekten beynime ağrılar girmeye başladı. Artık ne bizimkilerle uğraşmak ne de düzgün erkeğin gelmesini beklemekle uğraşmak istiyorum. Bir yerlerden başlamam gerektiğine karar verdim.

Başak kendini toplamış ve gök mavisi gözlerini kısmıştı, Dilara’nın ciddi olup olmadığını anlamak için düşünüyordu. Dilara cümlesini bitirdikten sonra kararını vermişçesine “Sen ciddisin, bunu görüyorum” dedi olabildiğince sakince. Sigarasından bir nefes aldı ve karşısında ani bir tepki bekleyen Dilara’ya sert gözlerle baktıktan sonra “Kiminle evleneceğini seçtin mi peki ya da nasıl bir evlilik geçirmek istediğini? Seni bu tip konulara balıklama atlamayacağını ve evlilik fikrinin sana uymadığını bilecek kadar uzun süredir tanıyorum, bunu unutma derim” dedi.

Aklımda bir isim yok ama düşündüğüm planda öncelikli olarak bir isme de gerek yok, önce planın doğru olup olmadığından emin olmam gerek” dedi Dilara, yanıt olarak Başak’tan gelen bir iç geçirme ile karşılaştı. “Bu konuda senin fikrini ve güvenini istiyorum” dedi hemen.

Sonrasında adayların üzerinden geçeceğiz” diye ekledi Başak, yüzünde sonunda keyif aldığını belli eden ince bir gülümseme ile.

Evet” dedi Dilara, garson çocuğun yeni hazırlanmış sıcak Türk kahvelerini masaya düzgünce koyması için geri yaslanırken. Çocuk önce Dilara’nın, sonrasında Başak’ın kahvelerini koydu ve bu süreç boyunca iki kız yüzlerinde küçük bir gülümseme ile gözlerinin içine baktılar.

Kahve iyidir, içiniz!

Devamını da okuyayım...

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Olamayan Hayatlar - Vazgeçenler - 1

Mehmet'in Kararı

Gökyüzüne baktığında her daim mutlu olmuştur Mehmet, o büyük maviliğe baktığında gelen sonsuzluk hissi. Denize bakarken de aynı hissiyatı yakalamıştır her zaman, fakat bulunduğu yer deniz gören bir manzara olmadığı için bu seferlik gökyüzüne bakmayı seçmişti. Yedinci katındaydı evin, balkon iki sandalye ve bir masa alacak kadar geniş, fakat daha fazlasını alamayacak kadar da dardı. Henüz öğle vakti olmasına rağmen gölgeydi.

Ayaklarını balkonun demirine yaslayarak, sanki bir fotoğraf çerçevesi gibi olan manzarasının keyfine varıyor, son günlerde yaşadığı şeyleri düşünüyordu. Mehmet hayatı boyunca bu kadar çok şeyin bir anda yaşamamıştı, sakin bir hayatı olmuştu. Çok yaramaz da değildi, anne babaların tabiri ile uslu bir çocuktu. Aklında hikayeler oluşturup o hikayelerde yaşamış, keyif almıştı, hayal kurmanın insanı özgürleştirdiğine inanırdı. Özgür olduğuna inanan bir insandı o, pek çoğumuzun aksine, buna derinden inanıyordu, son haftaya kadar.

Yirmi sekiz yaşına gelmiş, ODTÜ Sosyoloji okumuş, bölümünü derece ile bitirmişti. Mesleğini idrak etmek yerine, mezun olduktan sonra uluslararası bir firmanın Türkiye ofisinde işe alım sorumlusu olarak çalışmaya başlamıştı. İnsanlar onun ilgi alanı idi, bulundukları durumlar, yaşadıkları şartlar, aldıkları kararlar onu her zaman etkilemişti. İşini seviyordu, zira her gün olmasa da, sık sık yeni insanlarla görüşüp onları anlamaya çalışıyordu. Bu onun için bir nevi beyin egzersizi gibiydi, bir de şu belge işleri olmasaydı, kalite prosedürleri tam bir işkenceydi.

Yakışıklı değildi, iş hayatını gördükten sonra vücudunu ihmal etmiş, kendisini yaşamın o karşı koyulmaz pençelerine bırakmıştı. Sarıya çalan saçları, yeşil ve insanı derinden gören gözleri, düzgün tıraş ettiği sivilcesiz bir çenesi vardı. Saçının aksine, çıkmasına izin vermediği sakalı koyu renkteydi. Genelde insanlar saçını boyattığını sandığı için onlara kızardı, bir yerden sonra bundan vaz geçmiş ve sürekli tıraş olmaya karar vermişti. Üniversite zamanlarında bıraktığı, düzgün şekil verilmiş sakalı güzel oluyordu fakat artık sakalını uzatmaya ne sabrı ne de ortamı kalmıştı. Zayıf olan vücudu kimilerine göre yapılı sayılabilirdi, sonuçta bir kas yığını sayılmazdı ama düzgün spor yapsa kasları daha da belirgin olabilirdi.

Balkonda uzattığı yerde hafiften uyuşan bacaklarının yerini değiştirdi, düşünceler onu geriyordu, düşündükçe daha da sıkılıyor, maviliğe biraz daha gömülüyordu. Öyle ki sağ taraftan yaklaşan o muhteşem bulutu görmemişti, bir an o bulutun engellediği güneş ışıklarının altında olan insanların hissettiklerini düşünmeye başladı, yaz vaktinde yaşadıkları kısa bir serinlik. İçlerine çektikleri derin bir nefes gibi, vücutlarına değen yakıcı güneş ışıklarından kurtulmak. Nefes gibi, kalıcı olmayan kısa süreli bir rahatlık.

Düşüncelerini zapt eden buluttan ayırdı gözlerini, buraya bir karar vermek için gelmişti. Hayatındaki son hafta yaşadıklarını nihai bir karar ile sonlandırmak. Bu kararın arkasında durup hayatını şekillendirmek için. Çok zor değildi, sonuçta insanlar her daim bu tür kararlar veriyordu fakat farkında olmadan veriyorlardı. “O kızı seviyorum” diyorlardı kendilerine, “Bu araba tam da bana göre” lafı çıkıyordu ağızlarından. Verdikleri kararı basit bir cümleye döküyor, o cümleye inanıyor ve o cümle hayatlarında bir diğer basamak olana kadar onu hedefliyorlardı. Mehmet’in ne eksiği vardı ki, bittabi bu tür bir şeyi kendisi de yapabilirdi. Yapmıştı belki de, hatırlamıyordu. Hayatında bulunan bu tür detayları hatırlamamak onu her daim sinirlendirirdi. Çok düşünmekten mütevellit bir yan etki olduğu inancı ile kendini kandırıyordu ama belki de diğer insanlar ona, kendisinden daha ilginç geldiği için olabilirdi.

Yine yeniden, kendisini düşüncelerde boğulurken yakaladı. Fazla vakti yoktu, bugün bu karar verilecek ve bundan sonra bu kararın arkasında duracaktı, bu karar onun hayatı olacaktı. Onun için yaşayacak ve onun… “haydaaa yine başlıyoruz” dedi fısıltı denebilecek kadar az duyulabilecek bir sesle. Olayların son bir kez daha üstünden geçmeye başladı, neden bu kararı alması gerekiyordu ki. Her şey bir hafta önce, kendi kısacık hayatının tozlu sayfalarına gömülmüş bir cümle olarak geçen arkadaşının araması ile başlamıştı. Hayır, bir cümle demek hata olur, sonuçta sözde arkadaş dediği kişiye birkaç sayfa ayırabilirdi.

Zamanın oyun oynamayı seven küçük bir çocuk olduğu fikrine daha da sarıldı Mehmet, tüm olayı ve hayatından kısa olmayan bir zaman dilimini gözlerinin önüne canlandırdıktan sonra saatine baktıktan sonra. Tam olarak on iki dakika geçmişti tüm gözden geçirme, ona kalsa akşam ezanı çoktan okunmuş olmalıydı. Zaman’ı yerdeki halının üzerinde, elinde eskilerden kalma bir Serkisof Demiryolu köstek saat olan bir yaşını yeni bitirmiş bir kız çocuğu olarak düşlemişti. Kapağını açmayı ve kurmayı bilmeyen ama çenesi göğsüne gömülmüş, elleri ile saati inceleyen hafif pembe kıyafetler içerisinde tosuncuk bir kız çocuğu. Ne zaman zaman olağandan hızlı ya da yavaş aksa aklına bu geliyordu.

Kararı zaten verişmişti, yapacak bir şey yoktu ve burada boşuna zaman harcıyordu. Kararını buluşmadan çok daha önce vermiş, buluşma sırasında arkadaşı teklifi yapınca bir an olsun şaşırmıştı. Yapacak fazla bir şey yoktu, bu konuda kafa yorarak daha ileriye gidemez zaten verdiği kararı da değiştirecek bir şeyler bulamazdı.
Uyuşan ayaklarını açmak için balkondaki sandalyesinden doğruldu, yandaki masanın üzerinde duran cep telefonunu Dilara’yı aramak için eline aldı. Telefon iki defa çaldıktan sonra açıldı, sakin bir ses karşıladı kendisini.
“Dilara, müsait miydin?” dedi Mehmet mesleğinin de getirmiş olduğu sakinliğini sesine yansıtarak.

“Evet, Mehmet. Bir gelişme mi oldu?” dedi Dilara, sesi normal geliyordu.

“Kararımı verdim, teklifin benim için uygundur…” karşıdan rahatlama olarak algılanabilecek bir ses geldi. “Fakat ben sonraki aşamaları… Yani en azından evlilik planlarını ve sonrasını konuşmak için bir buluşma ayarlayalım.”

“Tabii, tabii ki bunları konuşmamız gerek. Yarın nasıl senin için?”, “Bana da uygundur, o zaman en son görüştüğümüz mekânda kahvaltı yapalım?”

“Tamam o zaman anlaştık, saat 9...”, “Saat 9 o zaman, araşırız tekrar. Ha bu arada şimdilik ailelerimize anlatmayalım, bu konu hakkında detaylıca konuşmamız lazım” dedi Mehmet son bir ekleme ile.

“Tabii ki, zaten beraber dememiz gerek bu kararımızı”, “Bir de o var değil mi” diyerek güldü Mehmet, “Hadi görüşürüz o zaman”

“Görüşürüz” dedi Dilara ve telefonu kapattı.

Mehmet koltuktan kalkarak iki oda bir salon, sade döşenmiş evinin salon kısmından mutfak tarafına geçti, kafasını dağıtmak için yemek yapmaya karar vermişti. Cebine telefonu ile beraber bir sürü soru koyduğunun, yemeği hazırlarken farkına varacağından habersiz bir şekilde.


Devamını da okuyayım...

5 Ağustos 2012 Pazar

Tan Sade (1-3)

(Bölüm 3)
Üçüncü kata vardığında zaten en üst katta olduğunu yeni keşfetti, heyecanlanmamaya çalışsa da olmuyordu belli ki. Kapı hafif açılmış onun içeri girmesini bekler bir halde idi. İçeri girdiğinde, ayağına geçirilmesi ima edilmiş bir halde, ilk adımını atması gereken yerde duran terlikleri fark etti ve yavaşça ayağına geçirdi. Hemen evi hızlıca bir göz attı; tavanları normalden biraz yüksek, klasik bir Türk evi, duvarda manzara fotoğrafları ve yaşlı bir iki tane insanın portresi, salon olduğunu tahmin ettiği uzaktaki odanın kapı aralığından gördüğü yarım vitrin ve içinde bulunan ince işleme danteller. Bu tip bir yerde milyar dolarlık bir yazarı beklemezdiniz, kimse beklemez.

Tan’ın eserlerinden bir tanesini bu günlerde Franz Kafka ödülleri için aday göstermiş bile olabilirlerdi. Bu ev ise açık ve seçik olarak “ben normal bir insanım” diye bağırıyordu. Tan Sade normal bir insan olamazdı, o adam gerçekçilik akımına yeni bir soluk getirmişti, dünyada gençler onun gibi olmaya çalışıyor, yazarlar onu geçmek için daha iyi kitaplar çıkartmaya çalışıyor, okurlar ise bu zamana kadar zaten okumuş oldukları kitapları bir kez daha okuyorlardı.

          “Acıktın mı, sana yemek hazırladık” dedi bir kadın sesi Jack evi incelerken. Sağ tarafına döndüğünde mutfak olduğunu zannettiği bir odadan çıkan kadını gördü; hafif kızıl saçlı, gök mavisi gözlü, beyaz tenli, diri yapılı ve mükemmel kadın terimine biraz yakın olabilecek, Jack’den iki parmak uzun bir kadındı.
          “Ah şaşkın enikler gibi bakma bana” dedi ve güldü. “Ben Öyküm dedi kadın ve siz de Jack Waltz olmalısınız” Jack ismini söylemesinden kadının iyi derecede İngilizce bildiğini anlamıştı.
          “Ah evet, ben Jack Waltz, bay Tan Sade ile görüşmek için gelmiştim…”
          “Evet evet, kendisi içeride yemekle ilgilenmekte, şu çantanı bir kenara bırak ve salona geç istersen, kendini olabildiğince evinde gibi hissetmeye çalış. Birazdan sofrayı kurmaya geleceğim, umarım bir şeyler yememişsindir” dedi Öyküm, parmağıyla da Jack’in daha önceden salon olduğunu tahmin ettiği uzaktaki odayı göstererek.
          “Ah pek aç sayılmam ama…” Öyküm yine lafını kesip gülerek “sen sadece içeri geç ve kendini rahatlatmaya çalış” dedi Jack’e.

Jack neye uğradığını anlamamıştı, biraz daha zorlasa Öyküm’ün onu iyice azarlayacağından emindi. Garip bir etkisi vardı kadının, hafif anaç tarzda ama genç göstermekteydi. Acaba Tan’ın eşi mi oluyordu kendisi. Ah bu adam hakkında fazla bir şey bilmemeyi sevmiyordu, ön araştırma olmadan nereye kadar ileri gidebilirdim ki özel hayatında adamın.

Salon sandığı genişçe bir odaya girdi Jack, gözlerini odada hızlıca dolaştırdı; yemek için uzak duvarda camların önüne konulmuş bir masa, iç taraftaki duvarda dantelleri seçilen ve içerisinde kitaplar olan bir vitrin, vitrinin yanında LCD ekran bir TV – haber kanalı açıktı –, karşı duvarda ise çok geniş bir dörtlü koltuk bulunmaktaydı. Oda gayet normaldi, gözlerini sıra dışı bir şeyler görmek için tekrar dolaştırdı ama yine bir şey bulamadı. Fazlasıyla normaldi.

Sanki pes etmişçesine dörtlü koltuğun kapıya yakın olan tarafına oturdu ve çantasını dizinin dibine yerleştirdi, eline bir kağıt ile kalem alarak bu zamana kadar geçen gözlemleri ile ilgili notlar alamaya başladı. Fakat esas aklından geçen, Tan Sade deyince aklından bir daha gitmeyecek olan bu normallik manzarası için neden not tutma gereksinimi hissettiğiydi.

Güneş battıktan sonra dışarısı güvenli olmayan tek yer İstanbul!
Devamını da okuyayım...

2 Ağustos 2012 Perşembe

Tan Sade (1-2)

(Bölüm 2)
İstiklal caddesine çıkıp çeşit çeşit insanları geçtikten sonra taksim meydanına gelmişti, saatine baktı ve daha yirmi dakikası olduğunu gördü. AKM tarafına geçerken beş dakikası ve sonrasında içeceği bir sigara ile geri kalan 10 dakikayı heba edebilirdi, son kalan beş dakika ise, belki beş dakika erken gelirler diye yedekte kalıyordu. Tedbirliliğinin bir gün ölümüne yol açacağı gibi saçma bir fikri aklından savurarak yürümeye başladı.

Sigarasından son nefesi aldığında belki de karşısında son on dakikadır bekleyen taksiyi ilk defa fark ediyordu. Taksici de saatine bakıyor ve etrafta yabancı arıyordu. Jack eğilip adama, “Birisini mi arıyorsunuz?” diye sordu. Taksici onu ilk defa fark etmiş gibi baktı fakat hemen “Jek Valz sen misin?” diye sordu. “Jack Waltz, evet, benim”. “Beni neden bekletiyorsun be adam, seni almam söylendi, yarım saattir seni bekliyorum” dedi taksici sinirle. “Tamamdır” dedi Jack, bu ülkenin taksicilerindeki anlamsız gerginlik ve siniri trafiğe bağlıyor ve bunu olağan bir şey olarak görüyordu.

Jack taksiye bindiğinde taksici hızla akan trafiğe karıştı, Taksim’in alt kısımlarındaki yollardan ilerlediler, halici geçip Avrupa tarafında içeriye doğru gittiler. Aklından Tan’ın ofisine gittikleri fikri geçiyordu ama on beş dakika sonra ofislerin olamayacağı varoş bir mahalleye gelmişlerdi. Şoför aynadan onu garipçe süzüyor, muhtemelen diyalog açmak istiyor ama adam beni anlamayacak korkusu ile susuyordu. Jack çok güzel Türkçe konuşabilirdi hatta bir Türk kadar iyi ve akıcı olabilirdi, ah sadece konuşma açmaya yetecek kadar cesaretleri olsaydı. Eski sevgilisi sayesinde birçok kez Türkiye’ye gelmiş, bu ülkenin çoğu tarafını gezmişti. Arada sırada yazdığı dergilerde bu ülkenin konuları bulunmaktaydı, daha çok ailesel yapılar ve ekonomik gelişmeler olsa da yine de bu ülkede bulunmayı seviyordu.

Mahallelerden ara sokaklara geçmişlerdi, her yerde insanlar vardı, klasik İstanbul vardı burada. Cam silmeye çalışan çocuklar, yolların arasında kalan bölgede piknik yapan insanlar, spor kıyafetleri ve garip saç şekilleri ile gençler. Belki de Tan bu yüzden burada olmayı seviyordu, kitaplarından milyon dolarlar kazanan, kitaplarından çevrilen filmlerle milyar dolarları bulan serveti ile insan burada kalmaz, Bahamalara Maldivlere kaçardı – en azından o kaçardı.

Taksi dar, tek yön ve sokakta çocukların oynadığı bir yere girdi ve üç katlı beyaz, arada kalmış eski püskü bir evin önünde durdu. Jack taksimetreye bakıp cebinden para çıkaracaktı, taksimetrenin açık olmadığını ilk o zaman fark etmişti. Aynı anda taksici “ödeme yapmana gerek yok genç, üçüncü katın ziline basarsan seni içeri alacaklar” dedi. Jack kafası ile onaylama işareti yaparak taksiden indi ve kapısını kapattı. Teşekkürler manasında elini taksiciye kaldırdı ve taksici sokakta oynayan çocukları kaçırtmak için kornasına basarak oradan uzaklaştı.

Jack artık heyecanlanmıştı, bu zamana kadar gizlediği tüm heyecanı artık fark edilebilir bir şekilde üst üste binmişti. Apartmana yürüdü ve üç numaralı zile baktı, üstünde tanımadığı bir isim yazılıydı ki bu ismi daha sonra araştırmak için not etti – eh polisçilik oynamayı kim sevmezdi. Zile bastığında kapı biraz sonra açılmıştı, içeri girdiğinde halıfleks kaplı basamakları gördü, bunu daha önceden biliyordu. Ayakkabılarını çıkardı ve sağ taraftaki ayakkabılığa yerleştirdi. Merdiven dar yapılmıştı, ah buraya yukarıya taşımak için nasıl bir yatak sığdırabilirdiniz ki diye düşündü içinden.

Bulut güzeldir, güneşe tapma buluta tap!

Devamını da okuyayım...

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Tan Sade (1-1)

(Bölüm 1)
“Merhaba sevgili okuyucularımız bu gün, sizi için Türkiye’nin belki de Dünya’nın bir numaralı yazarı ile yaptığımız röportajı paylaşıyoruz. Bu zamana kadar kimseye anlatılmayanlar ya da üstünden geçilen konular hepsi bugün burada cevaplandı. Ayrıca siz sevgili okurlarımızdan gelen soruları da arada sorduğumuzu da belirtelim. Röportajla ilgili daha detaylı bilgileri internet sitemizden okuyabileceğinizi de belirtmek isterim…” böyle bir girizgâh olur sanıyorum. Jack düşüncelerinde sürekli girişi güncelliyor röportajı yayına alacağı gün okuyucuları çarpıcı bir şekilde etkilemek istiyordu. Öyle ki ilk satırları okuduktan sonra bir daha merak etsinler, sırf kitapçıda merak yüzünden eline alıp ilk satırlarını okuduktan sonra kenara atmasınlar, bütün okuyucular o sayıyı okusun istiyordu. Gerçi Tan Sade - ki muhtemelen yazılarında kullandığı bir isimdi - ile yapacağı röportaj yüzünden zaten dergi yok satacaktı. Sonunda istediği odayı kendisine verirlerdi, hayır vereceklerdi!

Yazar ile görüşmek için ne badireler atlatmıştı, daha önce kimsenin başaramadığını başarmıştı. En iyisi ile bir röportaj yapmak için ayarlama sağlamıştı. Bu Hugo, Tolstoy, Nietzsche, Dostoyevski lanet olası Sokrates ile röportaj yapmak gibiydi.

Aradaki bağlantıyı sağlayan Ahmet adında birisiydi, gerçi bağlantıyı sağlamasından çok Jack’e nerelere bakması gerektiğini, kimlerle iletişime geçmesi gerektiğini göstermişti. Öncesinde boş ve gayesiz bir iş olarak görmüştü, Ahmet’in bir gün ansızın dergide onu ziyaret edip “En iyisi ile röportaj yapmak ister misin?” sorusu ona iş arkadaşlarının oynadığı saçma bir şaka gibi gelmişti. Fakat Ahmet ile yaptıkları küçük bir sohbet sonrasında aklı yerinden çıkacak gibi olmuştu. Hemen editörüne haber vermemişti tabii ki de, önce röportajın yapılacağı Tan Sade tarafından onaylanmalıydı.

Son olarak Tan’ın yayıncısı ile görüştükten ve buluşma yeri eline geçtikten sonra editörüne haber vermişti. Ah o pis adamın gözündeki parlamayı en saf insan bile para olarak görebilirdi, kusmuğunda para olacağını bilse satardı o herif. Hemen yeni sayıya ve internette “sorularınız” adında bir yer açtı, Jack her ne kadar okuyucuların sorularının olmasını pek istemese de, her zaman böyle en iyisi ile röportaj yapamıyordunuz.

Buluşma öncesinde son kez malzemelerini kontrol etti. İlginç istekler yoktu, gayet temiz bir röportaj olacaktı. Ses kayıt cihazı için ekstradan kasetler, yol için su, röportaj sırasında ağız kokusunu önlemek için birkaç naneli sakız, bir adet kapalı sandviç ve cüzdan. Tamamen hazırdı, buluşma saatini beklemeye koyuldu.

Buluşma saat 16 civarlarında, Taksim meydanında bulunan AKM önünde olacaktı. Jack bir restoran bekliyordu ama misafir umduğunu değil bulduğunu yerdi ne olursa olsun. Röportaj pek tabii ki de Türkçe yapılacaktı, sonuçta yazarı en iyi anlamanın yolu kendi dilinde yapılan bir röportajdı, bunu daha önceki, deneyimlerine bakarak rahatça söyleyebilirdi.

Kâğıda dökme ve çevirme için uzun yıllardır Türkiye’de kitap çevirmenliği yapmış bir arkadaşını ayarlamıştı bile, tabii ki kimle olduğunu demeyecekti, sonuçta bu röportajın internet ortamında yayılmasını istemiyordu. Arkadaşı güvenilir birisiydi ama tedbiri elden bırakmak anca bir salağın yapacağı bir şeydi, Jack yıllardır sömürüldüğü dergi röportajcılığı piyasasında bu konu ile ilgili birçok deneyim elde etmişti.

Saati 15’i gösteriyordu, odasında unuttuğu olası aletler için son kez göz gezdirdi, her zamanki gibi düzenli idi. Odasından çıkıp otelin asansörüne bindi ve dışarıya insan kalabalığına çıktı. Soracağı soruların olduğu defteri ceketinin iç cebine koymuştu, böylece o değerli soruları kimse kendisinden alamazdı.

Gece insanları barlarda
Devamını da okuyayım...

Ah yaşam! (1-1)


(Bölüm 1)
Ciğerlerinden gelen kan ağzına dolmaya başlamıştı. Başını yere çevirip tükürdü, yeşil çimenlerin üzerindeki kırmızımsı tükürüğüne baktı ve gülümsemeye başladı. Kaburga kemikleri kırılmış ve bacaklarına aldığı darbe yüzünden de kalkamıyordu. Yarım saattir başında bekleyen ve o yerdeki tükürükle yaralarının sebebi olan gölgeye bakmaya çalıştı. Kaburgalarındaki ağrı hareket ettikçe daha da şiddetli oluyordu. Yere uzandı ve gökyüzüne bakmaya çalıştı. Gece yeni çöküyor, hafifçe kendisini gösteren yıldızları görebiliyordu.

Yıldızlara baktı, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar görünüyorlardı fakat göremediği daha milyonlarca yıldız vardı, her yıldız belki bir galaksi belki de ölmüş bir güneşti. Bu güzel manzara bir anda kendi varlığının bu muazzam boyutlardaki evren içerisindeki acizliği ile daha da muhteşem geliyordu.


Başucunda bekleyen adam saatine baktı ve “Ölüyor musun?” dedi duygusuz bir sesle. Sanki kendisi onu bu hale sokmamıştı, sanki o hiç yerde kanlar içerisinde kırık kemikler ve ciğerlerine dolan kan ile oracıkta durmuyordu. Ses tonu o kadar normaldi ki, bu sinirlerini bozabilirdi ancak gerçekten ölüyordu.


“Evet” dedi, ağzının kenarından bir kandamlası yanağına doğru süzülürken. Adam arkasını döndü ve yürümeye başladı ve yaklaşık yirmi adım seslendi “Evde görüşürüz!”.


Gözünden bir yaş şakaklarına doğru kaymaya başladı, “Ev” dedi içinden. Baktığı sonsuz galaksiler içeren evrende ne kadar da çok ev vardı. Ah yıldızlar. Nefes almak zorlaşıyordu. Artık yerinden kalkmak bir tarafa elini bile kıpırdatamıyordu. Yaşamın bedenini terk ettiğini hissetmeye başlamıştı.


Ah yaşam!
Eve giderken

Devamını da okuyayım...